Londra’da Bizim’Kiler

Şahsen tanıdığım yazarların kitaplarını elimden geldiğince, mümkün mertebe bulup buluşturup okumaya çalışırım. Okumadıysam karşılaştığımızda sanki hep “Benim kitabımı okudun mu?” diye soracaklarmış gibi gelir. Sormayacaklar elbette, ama ben yine de okumadıysam, için için utanırım yüzlerine bakmaya. Bilirim ne emeklerle yazıldığını bir şiirin, bir hikayenin, bir romanın, bir makalenin.

Diyeceksiniz ki, ”Ama eline her kalemi alan kendini yazar sanıyor. Uyduruk kıytırık şeyler yazıp da kendini önemli yazar sanan dünya kadar insan var çevremizde”. Haklısınız, ama okumadan da nasıl toptan küçümseyebiliriz ki? Ufkumuzu açan, yaşamımıza değer katan, anlamlandıran metinlerle ancak okuma yolculuğumuz sırasında karşılaşabiliriz. O yola çıkmayanların kitap hakkındaki eleştirilerini bir yana bırakalım. Ha, bir de sanal kitap çağından söz edip, kitap edinmeyi demode görenler var ki onlar da başka alem. Sanal alemin, cep telefonunun müptelaları.

Metrolarda, otobüslerde, ev içlerinde, yatakta hatta cep telefonuyla bütünleşmiş insanlar var. Cep telefonu adı ama cebimizde, çantamızda değil artık avucumuzun içinde her daim, parmağımızda yüzük, kolumuzda saat gibi taşıyoruz minik bilgisayar haline gelen telefonlarımızı. Yavaş yavaş mı desem, yoksa hiç farkında değilken mi, ne ise işte, sistem her şeyimizi, her türlü ihtiyacımızı telefonla, elektronik ortamda halletmeye alıştırmış bizi. Alışveriş, okul dersleri, mesleki işler, aile görüşmeleri, faturalar, siyaset, kültür, edebiyat, sosyal ilişkiler, muhabbetler… Her şey bir tık elimizin altında! Sanal ortam kolaylaştırmış (!) hayatımızı. Hayat avucumuzun içinde, dünya avucumuzun içinde sanıyoruz. Google, Twitter, Facebook, Instagram… Ne hacet var kitaba! Ne hacet kurumlarda kuyruğa girip fatura ödemeye, alışveriş yapmaya, konsere, sinemaya gitmeye, kitap açıp okumaya, ne hacet zaman ayırıp arkadaşlarla, yakınlarımızla yüz yüze görüşmeye…

Bu mevzu böyle uzayıp gider, sadede geleyim: Günlerdir bir kitap tanıtacağım. Kaçıncı kez yazmaya başlıyorum, beğenmiyorum yazdıklarımı, siliyorum, yeni baştan, yeni baştan… Çok kapsamlı bir kitap, her sayfasına elim değsin, gözüm değsin istiyorum… Çoğu benim bildiğim olaylar, yaşadıklarım, yakından tanıdığım işler, çalıştığım kurumlar, dost olduğum ya da ne iş yaptığını bildiğim kişiler. Öyle bir çırpıda okunacak türden değil. Çünkü kitap değil bu, bir ansiklopedi. Türkçe ve kısaltılmış İngilizce metinleriyle üç ciltlik, toplam 1152 sayfalık, kuşe baskılı, harika resimli, dergi boyutunda bir ansiklopedi:

Londra’da Bizim’Kiler, Faruk Eskioğlu, 2019

Londra’da yaşayan Türk, Kürt ve Kıbrıslı Türkçe konuşan toplumun hikayesi. Gazeteci Faruk Eskioğlu’un sekiz yıl süren Türkiye, Kıbrıs ve İngiltere’de yaptığı çalışmanın ürünü. Türkiye’den 150, Kıbrıs’tan 100 yıllık göç tarihinde resmi tarihin dışında, topladığı bilgi, belge, fotoğraf ve yaşayan kişilerle yaptığı görüşmelerle belgesel niteliğinde bilimsel, tarihsel, sosyolojik bir araştırma.

“Londra’dakiler, İsveç’tekiler, Almanya’dakiler, Amerikada’kiler benim alanım değil, ben memleketteki bizimkilere bakarım” demediğinizi varsayarak devam edeyim. Çünkü içindeki bilgiler sadece Londra’da yaşan Türkçe konuşan toplumu ilgilendiren konularla sınırlı değil. Başta toplumsal konular olmak üzere, Türkiye ve Kıbrıs’la ilgili sanat, edebiyat, siyaset, tarih ve sosyoloji ilgileri olanlar için önemli bir kaynak kitap. Özellikle göç, mültecilik, yabancılık, egemen kültür ve asimilasyon, kuşaklar arası çatışma, yurt dışında yaşam koşulları, olanakları, sorunları ile birlikte bu koşullarda yaşayan insanların gerçek hikayeleri. Ete kemiğe bürünmüş haliyle canlı bir organizmaya dokunuyor gibisiniz kitabı elinize aldığınızda. Abartmıyorum. Duygusal ve romantiklik gibi aşırı sıcak, tanıtımı aşıp reklama giren soğukluk duygularını bir kenara bırakın. Elbet bende bıraktığı etkiyi bekleyemem sizden. Çünkü 1984 yılından bu güne 38 yıl Londra’daki bizimkileri içerden yaşayan, gözleyen biri olarak bu kitapları yaşayan canlı bir organizmaya benzetmem gayet doğal.

Üç kitaba bölünmüş bu külliyatın üçüncü cildi Türkçe konuşan toplumun içinde topluma aktif katkısı olan 100 kişi ile yapılmış söyleşilerden oluşuyor. Seçilen isimler arasında sol, sağ ayrımı yapmadan, toplumun sevilen siyaset, din, iş dünyası, kültür, sanat, spor alanlarından isimler var. Bir kaç isim:

Saime Göksu Timss bir akademisyen, psikolojik danışman. Malatya, 1934 doğumlu. Babası Malatya Cezaevi’nde yatan Yaşar Kemal ve arkadaşlarının Nazım Hikmet şiirlerini dışarıya taşıyan bir sağlık memuru. Saime Timss babadan mirasla Nazım Hikmet’i akademik olarak ele alıyor ve bu çalışma sonucu İngilizce “Romantik Komünist” kitabı yayınlanıyor.

Yasemin Brett: Türkiye kökenli ilk belediye başkanı. 1956 yılında İstanbul’da doğan Yasemin’in annesi Vasfiye İstanbullu, babası ise Bangladeşlidir. Pakistan’a karşı bağımsızlık savaşında büyük yararlılıklar gösteren babası Arşad, çeşitli ülkelerde büyükelçi olarak görev yapar. O nedenle birçok dili iyi konuşan Brett, daha iyi ve barışçıl bir dünya kurulabileceğini o yıllardan öğrendiğini belirtiyor görüşmede.

Yaşar Halim: Kıbrıs, Lefkoşa’da gözleri görmeyen bir ebenin kendisini ekmek teknesinde doğurduğu için ellerinden hamurun eksik olmadığını söyleyen Yaşar Halim Haringay bölgesinin ilk ve en ünlü ekmek, börek, pasta fırının sahibi ve süper marketlerin ilk örneğidir.

Aslında 100 isimin hayat hikayesi Londra’da Türkçe konuşan toplumun tüm alanlarından bir kesiti sunar. Bilim insanı, siyasetçisi, doktoru, bakkalı, sanatçısı hepsinin ayrı hikayesi var, geldikleri ülkelerden getirdikleri ve Londra’ya kattıklarına dair. Tek tek yazmaya çalışmakla iştigal edersem diğer iki cilde sıra gelmez. En iyisi birkaç isim daha yazayım, tanıyanlarınız, merak ettikleriniz vardır:

Troçkist Su Yayınları’nın sahibi eski tüfeklerden yazar Orhan Suda, TRT program yapımcısı ve Yeraltı Maden-İş Sendikası’ndan Abdullah Yımaz, Lordlar Kamarası’na giren ilk Türk Baroness Kıbrıslı Meral Hussein Ece, Türkiye’de Barış Derneği’nin kurucularından büyükelçi Mahmut Dikerdem’in oğlu Middlesex Üniversitesi’nde kürsü başkanı M. Ali Dikerdem, TKP’li sendikacı Nafiz Bostancı, İşçinin Sesi lideri İsmail Nihat Akseymen (Yörükoğlu), Londra Regent’s Üniversitesi’nde öğretim üyesi göç ve çatışma modelini formüle eden Prof. Dr. İbrahim Sirkeci, 68 kuşağının savurduğu gençlerden İstanbul sevdalısı sosyalist Dario Navaro, ünlü Erbiller Kuyumcusu ve Alevi örgütlerinin gelişmesinde önemli rol oynayan, Alevi Festival ve Alevi Parlementosunu örgütleyen İsrafil Erbil, 1967’de Adanalı bir işçi çocuğu olarak doğan Tekin Kartal, 1986’ da geldiği Londra’da toplumdaki en büyük göçmen derneklerinden DAY MER’in kurucularından olur. Liberal parti genel başkan yardımcısının danışmanı ünlü Anadolu Mutfağı Sofra restoran zincirinin sahibi, Türkiye’nin gönüllü turizm elcisi Hüseyin Özer… Liste böyle uzayıp gider.

İkinci ciltte kültür sanat ve spor dünyasının etkinlikleri, yazarları, müzisyenleri, spor aktiviteleri tarihsel süreç içinde günü gününe tarihli, afişli, fotoğraflı rengarenk şenlikli sayfalardan oluşuyor. İlk Türkçe okulları, göçmen derneklerin kuruluşları, yemek kültürü, düğünler, eğlence sektörü, cemaatler, medya, ilk gazete -tv, radyo faaliyetleri. Sergiler, imza günleri, memleketten gelip giden sanatçılar, Londra’da yaşayan yazarlar, kitapevleri…

Spor sayfasında, 1987’de yaz olimpiyatlarında dünya şampiyonu olan Kıbrıslı Fatıma’nın trajik ama bir o kadar gurur verici yaşamını öğreniyoruz. Faruk Eskioğlu 1995’te Fatıma ile yaptığı söyleşide Kıbrıslı Türk anne ile Rum babadan olduğunu, çok küçükken annesinin onu bırakıp kaçtığını, Kuzey Londra’daki evlerinde dört gün sonra ağlama sesini duyan komşuları tarafından hastaneye yatırdığını ve dört gün gıda yetersizliğinden hastanede kaldığını anlatıyor Fatıma. Hastaneden sonra çocuk bakımevine yerleştirilen Fatıma 12 yaşında annesiyle görüşmeye başlıyor. Ama bu kez de 12 yaşında tecavüze uğruyor. Annesinin sevgilisi boynuna bıçak dayayıp tecavüz ediyor. Tekrar korunmaya alınan Fatıma 14 yaşında cirit öğretmeni tarafından evlat edinildikten sonra hayatı değişiyor. Ve olimpiyatlarda madalyalar üstüne madalyalar kazanarak İngiltere’nin cirit şampiyonu oluyor.

İkinci cildin ilk sayfalarında yer alan bir bilgiyi de ekleyip birinci cilde göz atalım. Londra’da ilk kültürel kurum: Atatürk’ün emriyle 1932’de kurulan Halkevi, ilk ve tek temsilciliğini 19 Şubat 1942’de Londra’da açar.

Halkevi’nin kuruluş amacı şöyle açıklanıyor: Çeşitli etkinlikler düzenlemek suretiyle Türkiye’yi ve Türk kültürünü İngilizlere tanıtmak, iki ülke arasında kültürel ilişkileri geliştirmek ve çeşitli nedenlerle İngiltere’ye giden vatandaşlarımız için sosyal bir merkez oluşturmaktır. 1942-45 yılları arasında çok sayıda etkinlik yapılmış ancak 1946 yılından itibaren işlevini yitiren Londra Halkevi 31 Mart 1950 tarihine resmen kapatılmıştır.

Gelelim birinci cilde: “Osmanlı İmparatorluğu ile Birinci Dünya Savaşı’nda karşı cephede olan Britanya, Osmanlı’dan 1878’de kiraladığı Kıbrıs adasını 1914’te ilhak eder. İlhak sonrasında Türk nüfusu Anadolu’ya göçe zorlayan Britanya, 27 Kasım 1917’de yayınlanan bir Krallık Konseyi emri ile Osmanlı uyruğundakilere İngiliz vatandaşlığına geçmeleri için iki yıllık süre tanır. Tam yüz yıl sonra, 2017 Haziran’da Londra Kıbrıs Türk Dernekleri Konseyi bu tarihi göçün miladı kabul eder.”

Türkiye’de 12 Eylül darbesi olduğunda İngiltere başbakanlık koltuğunda oturan Margaret Thatcher, açıkça cuntacıları desteklemişti. Darbe mağduru sosyalistler toplumun eğitimden sağlığa ilk kurumların öncüsü oldular. Bunların ayrıntılı dökümleri verilmiş kitapta, kurucuları, işlevleri, etkinlikleri. Bu arada siyasi olmayıp oturum almaya çalışan çok büyük sayıda göç alan Londra’da, Muhafazakar Parti göçmen karşıtı bir politika izliyor gibi görünse de ucuz emek ve merdiven altı işletmelere göz yumduğunu öğreniyoruz. Halkevi Başkanı Nafiz Bostancı anlatıyor:

“O dönemde çalışan Kürt, Türk nüfusun yüzde doksanı kaçak işçiydi. 1980’de İngiltere’nin Türkiye’ye vize koyacağı söylentisi üzerine günde 3-4 uçak dolusu sığınmacı gelmeye başladı. Sığınmacılar “Detention Centre” denilen hapishane koşullarında tutulmaya başlayınca trajik olaylar oldu. 1989 ‘da arkadaşlarıyla birlikte sığınma evini protesto için yatakları ateşe veren Şıho İyigüven yanarak öldü.”

100 yıllık Kıbrıslı, 150 yıllık Türkiyeli göçmen hareketleri ve ülkelerin ilişkilerini konu alan bu ciltte sayısal rakamlarla, nüfus yoğunluğu, seçim, ticari ilişkiler, çalışma hayatı ile ilgili çok sayıda bilimsel yönteme dayalı istatiksel bilgiler yer alıyor.

Sözü daha fazla uzatmadan bitirmeliyim tanıtımı, ki anlatmakla başa çıkılacak gibi değil sekiz yıllık bir ürünün 1152 sayfalık metni. İlk kitaptan başlayarak, Jön Türkler’den itibaren 150 yıllık göç tarihinin bilgi belge ve fotoğraflarını toplayan Faruk Eskioğlu’nun halen İngiltere’de yaşamakta olan Türk, Kürt ve Kıbrıslılar’la gerçekleştirdiği söyleşilerle bir yanıyla da sözlü tarih çalışması olan bu bilgiler araştırmacılar için bulunmaz bir hazine.

Siyasi ya da ekonomik göçmen olarak koca bir hayat tüketmiş, evlat büyütmüş, torun torba sahibi olmuş yorgun gurbetçiler için ise çok daha farklı bir yere sahip. Üstelik İngilizce eğitim görmüş yeni nesil de düşünülerek İngilizce özetli. Sonuç olarak bu eser göçmenlerin bizzat kendi yaşadığı dönemin, koşulların, sevinçlerin, kederlerin şahidi olarak yeni nesillere bırakacağı bir anı defteri, değerli bir albüm.

Faruk Eskioğlu kimdir?

1958’de Akşehir’de doğdu. 78 kuşağının bir üyesi olarak parkalı dönemi ön safhalarda yaşadı. 1979’da Ankara İktisadi Ticari İlimler Akademisi (AİTİA) Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Yüksek Okulu’nu bitirdi. 1984’de Gazi Üniversitesi Ekonomi Fakültesi’nde master yaptı. THA’da gazeteciliğe başladı. Aralık 1985’te geldiği Londra’da ilk iki yıl kasaplık yaptı. İngilizce öğrendikten sonra medya okudu ve film yapımcılığı kursu aldı. Uzun yıllar Nokta Dergisi’nin İngiltere temsilciliği, Hürriyet Gazetesi’nin Londra bürosunda habercilik yaptı. Gazeteciliğin yanı sıra 1986-98 arasında grafik tasarımcısı olarak çalıştı. Ayrıca pek çok siyasi afiş ve logo tasarladı.

1998’de Türkiye’ye döndü. Hürriyet Gazetesi ekonomi servisinde haberci ve star.com.tr’de ekonomi editörü olarak çalıştı. “Basında etik ve toplam kalite yönetimi” üzerine araştırmalar yaptı, bu konudaki konferans ve panellere katıldı.

Türkiye’deki 2001 ekonomi krizinde Londra’ya dönerek grafik tasarımcılığını sürdürdü. Toplum gazetesi Olay’da genel yayın yönetmenliği yaptı. Londra’da ilk internet gazeteciliğini çıkardı ve toplum gazetelerine ilk ajans hizmeti sundu. 2004’te dünya haberleri veren internet gazetesi Açık Gazete’yi kurdu. İki ayrı toplum gazetesini yayına hazırladı. Türkiye’deki bazı televizyon kanallarına haber geçti, uzun süre Akşam Gazetesi’nin Londra temsilciliğini üstlendi.

2004’te “İçimizden Birisi: Vanunu” adlı bir kısa film çekti. “Aşk olsun!Adı Aşk Olsun” başlıklı belgesel romanı 2007’de Türkiye’de yayımlandı.

Sosyolojik değeri olan haber ve araştırmalara ağırlık veren yazar, halen Açık Gazete genel Yayın Yönetmenliği ve köşe yazarlığını sürdürüyor. Eskioğlu’nun Su ve Defne(2004) adlı ikiz kızları bulunuyor.

Önceki İçerikKaraço
Sonraki İçerikBir imza, iki kardeş şehir
İLİŞKİLİ YAZILAR
- Advertisment -
 

EN ÇOK OKUNANLAR