Lübbey hatırası 2020-06-01 18:00:00
İzmir'in Ödemiş ilçesine 13 kilometre uzaklıktaki Lübbey köyü, sıra dışı bir köy. Daha doğrusu köy konumunu kaybedince sıra dışılaşmış. 130 haneli olan Lübbey, “Satılık köy”, “Terk edilmiş kartal yuvası”, “Efe ve zeybeklerin korunağı”, “Hikâyesi olan köy” ve “Eşkıya sığınağı” gibi benzetmelerle zaman zaman gündeme geliyor. Ben de bir fırsatını bulup geçtiğimiz Kasım ayı sonlarında gidip görme olanağını buldum.
Bomboş bir köyü görmek için yola düşmek delice bir iş. Ama hakkında bu kadar söylence, haber olunca insan merak ediyor. Köyle ilgili çekilen belgesel filmleri özellikle izlemeden gidip görmek istedim. Bir düş kırıklığından kaçmaktan öteydi amacım. Ön yargısız ve ön bilgisiz gezmek bana daha doğru geldi.
Köyün adı da sıra dışı. Söylenceye göre Lüb ve Dab isimli iki Türkmen beyi anlaşmazlığa düşüp topraklarını ayırınca, Lübbey ve Dabbey olarak iki ayrı köy yerleşimi oluşmuş.
Köy, sırtını Bozdağlara yaslamış. 500 metre yükseltide çam ve meşe ormanları ile kaplı bir vadide kurulmuş. Manzara harika. Bin bir rengi ile bir sonbahar tablosu içinde geziyorsunuz. Bu tablo yakında bozulacak. Vadiyi oluşturan Rahmanlar Çayı üzerine baraj yapımına başlanmış. Yakın gelecekte buraların coğrafyası ve ekolojik sistemi de değişecek.
30 yıl önce köylülerin çoğu bir daha dönmemek üzere köyün yaylası konumundaki Çamyayla’ya göç ettiği için, Lübbey’in evleri yazgısına terk edilmiş. Bir kısmı da Ödemiş’e taşınmış. Türkiye coğrafyasında genelde yaylalardan kışlaklara göç gözlemlenirken burada tersi bir durum gerçekleşmiş. Göçün birkaç nedeni varmış. Çamyayla’ya elektriğin önce gitmesi, hayvancılığın köylüyü doyurmaması, gençlerin okumak ve iş bulmak için şehirlere gitmek istemesi göçün ana nedenleri olarak sıralanıyor.
Evlerin çoğu zamanın yıkıcı etkisinden kurtulamamış, çökmüş, içine girilemez durumda. Ahşap ve doğal taş ile yapılmış evlerin viran hali sonbahar renkleri ile çok uyumlu ve hüzünlü bir görünüm sergiliyor. Hiç “köy sesi” ve “köy kokusu” yok ortalıkta. İnek böğürtüsü, tavuk gıdaklaması, kuş sesi, çocuk sesi hiç biri yok. Köy kokusu deyince aklımıza ne gelir? Benim aklıma öncelikle hayvan gübresi kokusu, bacalardan yükselen duman kokusu, ekmek kokusu geliyor. Kokusuz ve sessiz bir köy hüzün veriyor insana. Hele bir de sağdan soldan sizi utangaç ve meraklı gözlerle izleyen çocuklar yoksa insanın içi daha da ıssızlaşıyor. Neyse ki Lübbey’in girişinde bizi kahveci Mehmet Bey karşıladı da o ıssızlık azaldı biraz. Bir “Hoş geldiniz” sesi ve sıcak çayın hazır olduğu bilgisi ile neşem yerine geldi. Kahveci Mehmet Bey'in üşenmeyip bizi köyün girişinde karşılaması da, köyde bir kahvehane bulunması da beni çok şaşırttı.
Mehmet Bey, köyün yukarısından eliyle aşağıdaki bayraklı binanın köyün kahvehanesi olduğunu imledi bize. Kilit taşı döşenmiş yoldan 1 kilometre aşağıya doğru yürüyerek köy merkezine ulaştık. Yol üzerinde sonbaharın tüm renklerini bize sunan ayvalar, narlar, zeytin ağaçlarını izledik. Ağaçların her biri kış dinlencesi için hazırlanırken, biz de güneşli havanın ve güzel manzaranın tadını çıkardık.
Kızıl toprak harçlı, kerpiç, taş ve ahşap malzemelerden yapılan evler sırt sırta dayanıyor. Birçoğu yan yana sıralı olan, iki katlı bu evlerin hiçbiri diğerinin manzarasını kapatmayacak şekilde yapılmış. Taş malzemeden yapılmış alt katlar genellikle ahır olarak kullanılıyormuş. Ahşaptan yapılmış üst katlar ise yaşam alanı olarak planlanmış. Bitişik nizam olan evlerin arasında tek bir duvar var. Tuvalet, banyo, çamaşırhane ortak alan olarak tasarlanmış.
Yokuş aşağıya yürüyüp köye ulaştığımızda; minaresi olmayan bir cami, köy tuvaleti, kahvehane ve hemen önünde küçük bir meydanla karşılaştım. Köyün en iyi durumda olan binası kahvehaneydi. Mehmet Bey tahta sandalye ve masalar koymuş dışarıya. İçeride oturmak için bir sedir, bir kaç sandalye ve bir masa bulunuyor. Köşede çay ocağı var. Çay kazanının altı odun ile ısıtılıyor. İçerisi küçük bir pencere ile aydınlanıyor. Duvarlar çeşitli dağcılık ve yürüyüş gruplarının armağanları ile donatılmış. Bu köye gelenlerin çok olduğunun belgeleyen armağanlar bunlar.
Köyde beş kişi yaşıyormuş. Kahveci Mehmet Bey burayı sevdiğini ve köye gelenler sıcak çay, kahve içebilsinler diye burayı açtığını söyledi. Kahvehaneden para kazanmadığını, bu işi gönül işi olarak gördüğünü de ekledi. Belgesel filmciler, sinema ve televizyon dizi filmi yapımcıları, fotoğrafçılar, dağcılar, yürüyüş toplulukları ve gezginler özellikle hafta sonları geliyorlarmış. Mehmet Bey hem rehberlik yapıyor hem de çay demliyor. Böyle güzel bir manzara karşısında odun ateşinde pişmiş ve dağ suyu ile demlenmiş çay içebilmek büyük bir keyif.
Lübbey’in konumlandığı tepenin en ucunda ve en güzel manzaralı yerinde bir ev onarılmış, kahvaltı evi olarak hizmete açılmış. Hafta sonu gelenler oluyormuş. Şimdilerde yıkık evler değer kazanmış. “Şehir hayatından kaçmak isteyenler buraya gelir de evleri alır, onarır bir şeyler yapar” umudu başlamış. Bu umudun yeşerip yeşermeyeceğini zaman gösterir. Ama şu da bir gerçek; köy boş olmasa bu kadar ilgi görmezdi sanırım. Bakalım baraj bittikten sonra neler olacak?
Köyün minaresi olmayan dikdörtgen planlı ahşap kâgir camisi ilgimi çekti. Yaklaşık 100 yaşındaymış. Oldukça yıpranmış olsa da hâlâ ayakta. Merak edip içeri girmek istedim. Ağır ahşap kapıyı epey bir çaba ile araladım. Cami burası, öyle çat kapı girilmez, değil mi? Kürsüde beyaz cübbeli ve takke giymiş sakallı genç bir erkeği görünce geri çekildim. Beş kişilik köyde bile imam var, bu ne iş diye düşünürken bir erkek sesi duydum. ”Gelebilirsiniz” diyen bir erkek sesiydi. Tekrar kafamı uzattığımda bir kameraman gördüm. Meğer iki genç erkek kısa film çekiyormuş. İçeri girdim, sessizce gezdim. Onlar da filmlerini çektiler.
Caminin içerisi de oldukça yıpranmış. Duvarlar kalem işi manzara ve ağaç motifleri ile süslenmiş. Özellikle mihrap ilgi çekiciydi. Mihrabın üçgen kısmında denizde koyu dumanlar çıkararak seyreden gemi resmi oldukça ilgimi çekti. Dağ başındaki bu köyde gemi resmi niye yapılmıştı? Ya da resmi yapan eskiden denizciydi de özlemini mi resmetmişti? Düşün dur. Kur kurabildiğin kadar.
Köyü gezdikten sonra, son keyfimiz kahvehanede çay içmek ve söyleşi oldu. Mehmet Bey kahvehane duvarının önüne, siyah üzerine beyaz harfler ile “Lübbey Hatırası” yazılı bez asmış. Gerçekten hatıralarım oluştuğuna göre bir fotoğraf çektirmek istedim. Zaten oldum olası bu tür bezler önünde fotoğraf çektirmeyi severim. Bana eski körüklü fotoğraf makinalarını ve daha sevgi ve içtenlik dolu günleri hatırlatırlar.
“Issız bir köyü gezmek deli işi” diye düşünerek geldiğim köyden ilginç hatıralar, bir adanmışlık öyküsü, bir kilo kuru fasulye ve fotoğraflarla ayrıldım.
Beş kişi ve cılız bir köpek dışında hiçbir canlının yaşamadığı köyde bir “hatıra” fotoğrafım var artık. İnsanın ve sevginin olduğu her yerde bir hatıra oluşuyor.